Tren yolculuğuyla bir ülkenin anatomisi

İstasyon binasıyla karşı karşıya olan ve içinden âdeta trenlerin geçtiği evdeki gençlik yıllarım nedeniyle önceki yıllara dayanan bir sevgi, tren sevgisi. Sebebi yalnızca geçmişe duyulan özlem değil tabii ki. lk defa iki yıl önce Almanya’ya yapılan 16 günlük yoğun tempolu bir tren yolculuğu sırasında bir ülkeyi, kültürü ve yaşam şekliyle tanımanın, çok yer görebilmenin en kolay ve keyifli yolunun tren yolculuğu olduğunu keşfettim. Münih’e gidiş ve Berlin’den dönüş biletinin olduğu, hiçbir otel rezervasyonunun yapılmadığı, tadı damakta kalan bu gezi sonrasında, şu anda 15 yaşında olan kızım Nazlı’yla birlikte başka bir ülkeyi trenle keşfetmeyi planlarken biraz da onun tercihiyle rotamız ngiltere oldu. Yola çıkmadan önce gezilecek ve görülecek yerler hakkında ayrıntılı bilgiler edinip notlarımızı alarak genel hatlarıyla güzergâhımızı belirledik. Ulaşım hakkında araştırma yaparken serbest dolaşım sağlayan 15 günlük tren bileti almaya karar veriyoruz. Başlangıçta pahalı olduğu düşünülen ama Almanya deneyiminden bildiğimiz gibi aslında ekonomik bir seyahat biçimi.

İngiltere’deki trenler Almanya’dakiler gibi hızlı ve konforlu olmamakla birlikte elinizdeki bilet sayesinde isterseniz aynı gün içerisinde onlarca kez trene binin, ne bilet kuyruğu ne de treni kaçırdım derdi var. En geç 1-2 saat içinde doğrudan veya bağlantılı olarak Viktorya tarzı bir skoç kasabasında son anda inip dolaşabileceğiniz gibi, daha fazla kalma gereğini duymadığınız yerlerden de erken ayrılabiliyorsunuz. Ayrıca, birbirine yakın yerlerde kalacak yer sorunu olmasın dediğinizde bizim de yaptığımız gibi merkezi bir yerde konaklayarak çevredeki tarihi ve turistik yerleri gezip, kültürel etkinlikleri izledikten sonra konakladığınız yere tekrar dönebilme kolaylığı da söz konusu. Otel rezervasyonu yaptırmamak farklı bir özgürlük ve rahatlık. Londra’ya vardığımızda 3 gün kalmayı planlarken, göreceğimiz yerleri bitiremeyince bir gün daha kalmak isteyişimiz ve gezinin son günlerinde skoçya’dan Londra’ya döndüğümüzde Londra’da 1 gün yerine 2 gün daha kalmamız gibi. Otel bulmakta genellikle sorun yaşanmıyor. İnternetin yanı sıra, bazı tren istasyonlarında rezervasyonların yapıldığı bürolar olduğu gibi bazı şehirlerde bulunduğunuz yeri gösteren haritalarda otel seçeneklerini de görmek mümkün. Diğer bir alternatif, özellikle küçük yerlerde uygulanması kolay olan, Shakespeare’in doğum yeri olmasıyla ünlü Stratford-Upon-Avon’da gidebileceğiniz yere hareket edecek başka bir tren bulabiliyorsunuz. Güzergâh boyunca Pitlochry gibi yaptığımız gibi, istasyondan iner inmez bir taksiye binerek sürücünün yardımıyla konaklama yeri bulmak. Otel ve B&B (bed&breakfast) dışında Oxford ve Cambridge’de kızımın çok sevdiği hostellerde konaklamak başka bir seçenek. Konaklama konusunda ilk zorluğu Londra’da yaşıyoruz. Son günlerine denk geldiğimiz Olimpiyat Oyunları’ndan ötürü bütün pansiyon ve B&B’ler dolu. Bu yüzden gece 3’te vardığımız Londra’da gecenin birkaç saatini Olimpiyat Komitesi üyeleriyle, Rus ve Jamaikalı atletlerin kaldığı bir yerde geçirmiş olmak ise bizim için ilginç bir anı oluyor.

LONDRA’DA İLK GÜN

lk günümüz şehirdeki yaşam ve ulaşım sistemine alışmaya çalışarak geçerken arada Madame Tussauds Müzesi’ni ziyaret ediyoruz. Sonraki günlerde ise sabahtan akşama o saray senin bu müze benim geziyor, zamanı iyi kullanma adına park ve meydanları geceye bırakıyoruz. Yürüyemeyeceğimiz uzaklıkta olan mesafelerde metro yardımımıza koşarken, değişik hatlar arasındaki uzaklıklardan dolayı yine de oldukça yoruluyoruz. Boynuz kulağı geçer misali, kızım 2 yıl öncesine göre bir hayli enerjik ve istekli. Bazı yerlerin eksik kalmasını artık ben istiyorum. Toplam 6 günümüzü Londra’da Hyde ve Regent Park, Piccadilly ve Trafalgar Meydanı, Big Ben, London Eye, Londra Kulesi, Kule Köprüsü, Buckingham ve Kensington Sarayı, Parlamento Binası, Westminster Abbey, St.Paul Katedrali, Millenium Köprüsü, British Library, British Museum, Madam Tussauds Müzesi ve Tate Modern’i görmeye çalışarak geçirdik. Damien Hirst’ün insanı dehşete düşüren eserlerinin yanı sıra Edward Munch, Giacometti, Picasso, Dali, Max Ernst gibi sanatçıların eserleri ve “Mamma Mia” müzikaliyle ruhumuzu arındırdık. Londra’da kızımın tek hayal kırıklığı; televizyon ve filmlerde sanki normal bir sokakta, sıradan bir evmiş gibi gösterilen “10” numaranın (Başbakanlık Konutu) doğal olarak hiç de sıradan olmadığı, bulunduğu Downing Street’in giriş ve çıkışının kapalı ve sıkı koruma altında olması idi.

YOLA DEVAM EDİYORUZ

Gezimizin ilk ayağındaki Londra günlerinin ardından tren biletlerimizi alıp yola koyulmaya hazırız. Londra’dan ayrılmadan günübirlik ziyaret ettiğimiz ilk yer, siyasetçilerin okulu Eton Koleji ve şatosuyla ünlü Windsor. Londra’dan ayrılıp Brighton’a yol alırken her yer yemyeşil ve ağaçlık. Bu yeşil koridorundan ngiltere kırsalını görmek âdeta mümkün değil. Brighton sonrasında Salisbury’e yol alırken önceden planlamadığımız Southampton’da, Sunay Akın’dan duyup etkilendiğimiz, insanın tüylerini ürperten, duygulandırıp o anı yaşatan Titanik Müzesi için özellikle iniyoruz. Southampton’da konaklayıp tıp fakültesi sonrasında Bournemouth’da yaşadığım evleri ve dil okulunu kızıma gösterip, Salisbury’de Katedral (Magna Carta) ve Stonehenge’i gezip Bath’da Roma Hamamları ve Jane Austen Müzesi’ni tavaf ediyoruz. Sonrasında öğrenci kenti olan Oxford’u ziyaret ediyoruz.

Bu gezinin diğer bir adı kızımın deyişiyle “Harry Potter’ın zinde” veya stanbul Devlet Konservatuarı Tiyatro bölümündeki 2 yıllık öğrenciliğimin etkisiyle “Shakespeare’in zinde” olabilirdi. King’s Cross Peron 9 ¾, Glouchester ve Durham Katedrali, Bodleian Kütüphanesi, Oxford’da Christ Church Koleji’nin yemek salonu ve ana merdivenleri gibi Harry Potter filmlerinin çekildiği pek çok yeri geziyor, hatta bazen görebilmek için yolumuzu uzatıyoruz. Stratford-Upon-Avon ise tiyatro oyunları, söyleşileriyle etkileyici, Shakespeare ile yaşayan canlı bir yerleşim yeri. Bizim şansımıza doğduğu evin bahçesinde “Romeo ve Juliet” i, gece ise Courtyard Tiyatrosu’nda bir komedi olan “Kuru Gürültü” veya “Yok Yere Yaygara” olarak dilimize çevrilen “Much Ado About Nothing”i izlemek düştü.

YEŞİL İSKOÇYA, YORK VE TEKRAR LONDRA

İskoçya’ya yaklaştıkça yerleşim yerleri azalıyor ve otlaklar artıyor. Yine her yer yemyeşil. İskoçya bölgesinde, sıcakkanlı insanlarıyla Glasgow, Stirling, Inverness (kale), Nairn, Loch Ness, Edinburgh (kale, viski distile atölyesi, viski koleksiyonu, sergi salonu) gördüğümüz yerler oldu.

Gezi boyunca yer bulmakta zorlandığımız ikinci yer skoçya sonrasındaki durağımız York şehriydi. Nedeni ise at yarışlarının yapıldığı tarihe denk gelmesi. Yalnızca fotoğraflarda gördüğümüz abartılı şapkaları ve giysileriyle şık kadınların tüm şehirde ve özellikle istasyonda görsel bir şölen sunduğu York şehrinde gecenin bir vakti taksi şöförünün önerisiyle B&B’da zorlukla yer bulabildik. Yorkshire ve York Kale Müzeleri, Çikolata Dünyası, Clifford Kulesi ve yağmur altında, şehrin etrafındaki kale duvarlarında yaptığımız yürüyüşle ngiltere’nin bakımlı şehirlerinden birini daha görmüş olduk. Cambridge sonrası, gezimizin Londra ayağının son akşamını gezinin en eğlenceli gecelerinden biri olan Saffron Walden Kasabası’nda geçirdik. Pazar meydanında orkestranın kurulduğu, etraftaki yerleşim yerlerinden gelen, imrenerek baktığımız yaşam dolu insanların eşlik ettiği renkli geceye katıldık. Gripal enfeksiyon ve yorgunluğuna rağmen annesinin kaprisini çekip, gecenin bir vakti bu şirin yerleşim yerine gelmeyi kabul ettiği için kızım Nazlı’ya teşekkür ediyorum. Bir başka bağımsız tren yolculuğunda görüşmek dileğiyle…

Ophthalmology Life 2014 19. Sayı / DOÇ. DR. NAZİFE SEFİ YURDAKUL