Prof. Dr. Pınar Aydın O’dwyer “Gözümün Nuru Gözümüzü Açıyor”

BASİT BİR TIP OLAYINI ANLATAN GÖZÜMÜN NURU, İÇİNDE BARINDIRDIĞI OFTALMOLOJİ, PSİKOLOJİ, SİNEMA TARİHİ VE ÇAĞDAŞ SANAT KATMANLARIYLA OLDUĞU KADAR KADRAJLARI VE TÜM GERÇEKÜSTÜ SAHNELERİ İLE DE ÜNLÜ YÖNETMENLER LUİS BUNUEL, JEAN-LUC GODARD VE JEAN-PİERRE JEUNET İLE YARIŞIR DÜZEYİ TUTTURUYOR.

Gözümün Nuru filmi hasta ile empati kurmayı sağlıyor mu?

Evet. Göz hekimi olarak her gün birçok hastayı muayene ediyoruz; çoğu görme kaybı olan hastalar. Bu hastaların, önemli bir kısmının görme sorununu tıbbi ya da cerrahi yöntemlerle tedavi edebiliyoruz. Ancak tedavi sürecinde ne yaşadıkları, ne hissettikleri, çoğu zaman da ne çektikleri hakkında pek bir fikrimiz olmuyor. Olması mı iyi, olmaması mı? Çok da emin değilim gerçi. Ne de olsa işimiz gereği duygusallıktan çok, bilimsel profesyonellikle davranmak zorundayız ama azıcık empatinin kimseye zararı olmaz.

Gözümün Nuru, en azından içlerinden birinin, dekolman ameliyatı olan ve ardından toplam 40 gün yüzükoyun yatması gereken bir hastanın başından geçenleri anlatıyor. Onun gözünden Gözümün Nuru adlı sinema filmini izliyoruz.

Film bir göz hastasını hangi açıdan ele alıyor?

Hasta, filmin yönetmeni, senaristi ve başrol oyuncusu olan Melik Saraçoğlu’nun ta kendisi… Gerçek yaşamda, iki gözünde de dekolman olmuş ve yaşadıklarını kamera önünden ve arkasından film karelerine dökmüş.

Filmi ve bana düşündürdüklerini şöyle anlatabilirim: Filmin genç kahramanı, yüksek miyop Melik daha lise yıllarında sağ gözündeki sorunlu dekolman nedeniyle o gözde görmesini kaybetmiş, korneası da bulanmıştır. Buna karşın o yaştan itibaren sinema yönetmeni olma hayalini hiç yitirmemiştir. Bu amaçla Fransa’da sinema eğitimi almaktayken sanki ileride başına yine gözüyle ilgili bir sorun geleceğinin işaretiymişçesine filmin başlangıç bölümüne birkaç ilginç sahne yerleştirilmiş. Bunlardan biri yemek yaparken iris ve gözbebeğini anımsatacak biçimde daire şeklinde serptiği unun içine yumurta sarısı koyması görüntüsü. Diğeri ise bir gişeden bilet alırken satıcı kadının gözünün tam önüne, gişenin önündeki pleksiglasın deliklerinin denk geldiği görüntü ki bu akla keratoprotezi ya da panretinal fotokoagülasyon izlerini getiriyor.

Görme sorunlarına günlük dille göndermeler var mı, bunlar filmde nasıl işleniyor?

Yine bir süre sonra ortaya çıkacak olan göz sorunları başlamadan önceki dönemde, onu başka bir kızdan kıskanan kız arkadaşı şaka yollu “Gözünü oyarım!” diye tehdit ediyor. Günlük yaşamda fark etmeden kullandığımız bu tip mecazi ifadeler aslında gerçek anlamları göz önüne alındığında ne kadar da güçlü olabiliyor. Bu espriyi sinema eğitimi sırasında öğrendiği, ilk sinema filmini çeken Lumière kardeşler hakkında bilgiler izliyor. Melik, “Fransızca lumière, ışık (nur) demek” diye açıklıyor, böylece kendi filminin adının kaynağını da belirtmiş oluyor. “Işık dediğin hem hayatın, hem de sinemanın özü” şeklinde bir yorum yapıyor. Sonra da “Bana ışığa fazla bakma kör olursun’ denirdi, keşke bakmasaydım.” diyerek açtığı ışık faslını bir şaka ile kapatıyor. Diğer yandan da kendisine atfedilen “Yere bakan yürek yakan” deyimi ile hâlâ “Neye bakılırsa iyi, neye bakılırsa kötüdür.” konusunu sorguluyor. Sonuçta filmin konusu “Bakmak kolay, önemli olan baktığını görmek!”

Bu ikilem, hastalığın ortaya çıkışı bağlamında nasıl anlatılıyor?

Kahramanımız Melik, bir akşam sokakta yürürken garip ışıklar ve gölgeler görmeye başlıyor, fonda yüksekten ağır demirler düşüyormuş gibi korkunç bir gürültü efekti duyuluyor. Bir sonraki sahnede bunun, ayrılan retinanın sesi olduğunu anlıyoruz çünkü göz muayenesi oluyor ve onu muayene eden Fransız göz doktoru gören gözünde dekolman olduğunu ve ameliyat için ilk uçakla İstanbul’a dönmesinin iyi olacağını söylüyor. İstanbul’a vardığında onun gözünden sol göz görme alanının temporalden daraldığını görüyoruz. Kalan alandaki görmesi ise giderek iyice bulanıklaşıyor. Buna rağmen gittiği hastanede sıra bekleyen göz hastalarının yüzündeki umutsuz ifadeyi fark edebiliyor. Oysa bu yüz ifadeleri, bizim bekleme salonlarında sık karşılaştığımız ama önünden hızla geçmeye ve fark etmek yerine işimize odaklanmaya çalıştığımız görüntülerden.
Melik hemen ameliyata alınıyor, bayıltılmadan önce son gördüğü anestezistin ifadesiz ve maskeli yüzünün ardından ekranda Hülya Koçyiğit’in gözü açılan genç kız rolü oynadığı filmde “Görüyorum!”, deyiş fragmanı görülüyor (Üç Arkadaş, Memduh Ün, 1971).
Melik, önceden kendisine anlatılmış olmasına rağmen ameliyattan sonra her şeyin hemen normale döneceğini ve eskisi gibi göreceğini sanıyor. Oysa esas işkence ameliyattan sonra başlıyor ne de olsa uzun bir süre boyunca iki gözü kapalı olarak yüzükoyun yatması gerek.

Bir göz hekimi olarak sizi etkileyen gerçeğe uygun bazı sahneler ve anlatış şekillerinden bahseder misiniz?

Melik, “Dekolman ameliyatı demek 15 gün boyunca başını öne eğmek demek.” diyor, Sabahattin Ali’nin “Başın öne eğilmesin, Aldırma gönül aldırma” şiiri çağrışıyor. Nitekim kahramanımız ameliyat sonrası yatış sürecine giriyor. Uykusunda sırtüstü dönerse diye pozisyonunu düzeltmek için gece boyunca yanında bir yakını yatıyor. Sürekli yatma zorunluluğunun yanı sıra kullanması gereken sürüyle damla ve haplar da işin cabası. Göze pomat sürülme sahnesi ise “Gözünüze hiç pomat çekildi mi?”, sorusu eşliğinde adeta göze mil çekilen bir Çin işkencesini andırıyor. (Sahi, sizin gözünüze hiç pomat sürüldü mü?)
Yatma süresince dedesi, sıkılmasın diye ona gazete okuyor, annesi malum, “göze iyi gelir” diye kilolarca havuç soyup yediriyor. Anne ve babasının endişesi sadece gözleri gösterilerek anlatılıyor. Gözlerin ifadesi, duygu ve düşünceleri ne kadar güzel anlatır, hele Covid maskeli bu günlerde insanların birbirini anlaması yüz ifadesi olmadan salt gözlere kalmışken.

İKİNCİ AMELİYAT

Sonrasında filmde geçen güçlü bir ifade “Gözlerime inanamıyorum.” Bu bölüm kısır bir döngüyü mü ifade ediyor?

Melik’in gözü düzelmeye başladığında, hâlâ yüzükoyun pozisyonda olsa da bir şeylerle uğraşmaya başlıyor. Hatta iyileşmesini kutlama yemeği yapılıyor. Ancak yemek sırasında yine garip parlak ışıklar görmeye başlıyor. Tabii ki ertesi gün yine ameliyata alınması gerekiyor. Bu kez canlı cerrahi dekolman ameliyatı filmi izliyoruz. Göz içine silikon konuluyor ve lazer yapılıyor. Ameliyatı yine günlerce yüzükoyun yatış izliyor. Melik’in umutsuzluğa kapıldığını, aklına Cüneyt Arkın’ın gözünün görmeyeceğini anladığı filmin gelmesinden anlıyoruz (Aşk Mabudesi, Nejat Saydam, 1969).

Biz Melik’in zihninden geçenleri izlerken Cüneyt Arkın o filmde bir içki istiyor, kahramanımız ise içki yerine bir bardak portakal suyu (veya belki yine havuç suyu) içiyor. Gerçekle hayal birbirine karışıyor. Bir yandan tüm olanlar için “Gözlerime inanamıyorum.” diyor, öte yandan onun gözünden daralmış görme alanı ile nasıl gördüğü gösteriliyor. Evet haklısınız, bu bölümde bir kısır döngü ya da başa dönüşten bahsedebiliriz.

BEDEN ve RUH HÂLLERİ

Bu gelişmeler, hastanın beden ve ruh hâlini nasıl etkiliyor?

İnsanın yüzükoyun yatmaktan sırt ağrısı çekeceği hiç akla gelir mi? Önce elle, ardından elektronik aletle sırt masajı, ikisi de işe yaramayıp bir de üstüne depresyona girince gelsin göz nazarlıklı tespihler, kurşun dökmeler (elemtere fiş, kem gözlere şiş temennisi eşliğinde) ve daha bilumum alternatif tedavi yöntemleri. Ne yazık ki depresyon iyice bastırıyor. İnsan ruhu ne kadar kırılgandır, kolayca yelkenleri suya indirir, hele de yalnızsa. Melik de “Geceleri insan kendisiyle baş başa kalınca kendine her şey iyiymiş numarası yapamıyor.” diyor. Karabasan rüyalarında kendisini bembeyaz, dalgalı bir çarşaf denizinde “sırtüstü” yüzerken görüyor. Çarşaftaki hâli sanki güneş gibi ya da bir gemi gibi batacakmış ama her iki halde de iyileşemeyecekmiş, kurtulamayacakmış gibi olma duygusunu betimliyor. Batma ya da düşme hâli çağdaş sanatçı Daniel Arsham’ın “Düşen Saat” adlı enstalasyondaki gibi umudun yitirilişinin, yani depresyonun müthiş bir görsel anlatımı. (Fotoğraf 6) Aklı hep bir gün çekmek istediği filmde olduğundan, metrelerce uzunlukta yatakta yüzükoyun emekleyerek, ilerideki olası yapımcıya yaklaşıp hayal ettiği filmine katkıda bulunmasını istiyor. Onu sadece yapımcı değil, filminde oynatmak istediği ünlü kadın oyuncu da reddediyor. Yine de filmini çekmeye çalışırken kendisini kör bir senarist olarak görüyor. Bir de üstüne sanki film çekilmiş gibi tanınmış bir eleştirmen de (Bu rolü oynayan, geçtiğimiz aylarda yitirdiğimiz Cüneyt Cebenoyan’ı saygıyla anıyorum) filmi yerden yere vurunca filmden umudunu iyice kesiyor ki aslında rüyasındaki işi bu film, yani rüyası doğru çıkmıyor.

SANATA VURGU

Filmde yazar ve sinemacılara da bolca atıfta bulunuluyor sanıyorum… Bu unsurlar filme nasıl bir zenginlik katıyor? Müthiş bir zenginlik katmış. Örneğin endişenin bu denli etkileyici görsel anlatımı Lewis Carroll’un Harikalar Dünyası’nda yer altına düşen Alis’ini, Franz Kafka ya da Boris Vian romanlarını akla getiriyor ve benzeri gerçekle gerçeküstü karışık sahneler birbirini izliyor.
Biyomikroskopun yarıklı ışığının üstünüzde ve yattığınız yerde dolaştığını gösteren sahnede, bir asır gibi geçmek bilmeyen sadece bir dakika süresince, kapkara ekrandan kör gibi olduğunuzu düşündüren sahneler son derece yoğun etki yaratıyor.
Melik’in annesinin yakın gözlüğünün büyütücü etkisi altında gösterilen gözyaşı damlası (Fotoğraf 4) Man Ray’in “Cam Gözyaşı” adlı fotoğrafına (Fotoğraf 7), üstünde göz resmi olan dehşetli iştah açıcı görünümlü pastanın bıçakla ortadan ikiye kesilmesi,
(Fotoğraf 8) kendi gözünün de bir bıçakla boydan boya kesildiğini aklına getirdiği sahneye (Fotoğraf 9) ve Luis Bunuel’in “Bir Endülüs Köpeği” adlı filmine gönderme yapılarak anlatıma derinlik kazandırılıyor. Basit bir tıp olayını anlatan Gözümün Nuru, içinde barındırdığı oftalmoloji, psikoloji, sinema tarihi ve çağdaş sanat katmanlarıyla olduğu kadar kadrajları ve tüm gerçeküstü sahneleri ile de ünlü yönetmenler Luis Bunuel, Jean-Luc Godard ve Jean-Pierre Jeunet (özellikle Amélie, 2001) ile yarışır düzeyi tutturuyor.
Hatta yönetmenler Kurtuluş ve Saraçoğlu’nun dimağlarının derinliklerinde; olaylar karşısındaki psikolojisini iğne oyası misali anlatan Marcel Proust (Kayıp Zamanın İzinde, 1927) veya kendi hastalık deneyimlerini şakacı dille romana konu eden David Lodge (Tedavi, 1995; Sağırlık Cezası, 2008) mutlaka vardı ki aynı detaylı anlatım becerisi ile ortaya seyretmesi lezzetli bir eser çıkarmışlar. Profesyonel olmamalarına ve kendilerini oynamalarına rağmen başarıyla ve doğallıkla oynayan oyuncularının da başarılı anlatıma büyük katkısı olduğunu belirtmek gerek. İkilinin halen yapım aşamasında olan ve bu kez başka bir tıbbî bir konuya eğilen kısa metrajlı belgeselleri “Dermansız Adam” kuşkusuz yine ilginç bir eser olacaktır.

Bol ödüllü bir film olmuş değil mi?

Hem de nasıl. Bir insanın sağlık ve yaşama dair haklı korkularıyla yüzleşmesi, kız arkadaşına karşı doğal ama sinemaya karşı takıntılı aşkı, kendisiyle dalga geçebilmesinin sağladığı savaşma gücü öylesine derinlikli olarak anlatılmış ki filmin şu ödülleri aldığına şaşmamalı:

– 20. Altın Koza Film Festivali: En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Kurgu ve Sinema Yazarları Derneği SİYAD Jürisi: En İyi Film, 2013
– 36. Moskova Uluslararası Film Festivali Ana Yarışması (Uluslararası ilk gösterimi): Jüri Özel Ödülü, NETPAC Asya Film Eleştirmenleri Jürisi: En iyi film; Rusya Film Kulüpleri Federasyonu Jürisi: En iyi Film Ödülleri, 2014
– 59. Valladolid Film Festivali (Seminci): Özel Mansiyon Ödülü, 2014 Velhasıl, sonunu yazmadım ama bu hem deneyimlendiren, hem de düşündüren film, insanı gerçekten derinden etkiliyor. Değil hastalarımız, şimdilerde ortaya çıkan “çevrimiçi körlüğü” (çevrimiçi toplantıları sırasında katılımcıların birbirinin yüzünü görebilmesi ama gerçekte neye baktıklarını görememesi) ile körlüğü yeniden gözden geçirmemizi sağlayan bu filmi seyrettikten sonra herkesi sadece bir dakika gözü kapalı durmaya davet ediyorum. Belki bu kısa deneyimin ardından kör olduktan sonra gerçekleri anlayan Oedipus misali birbirimizi daha iyi görür ve anlar duruma gelebiliriz.

Önemli Notlar ve Teşekkür

– Bir sahnede meslektaşımız Prof. Dr. Yaşar Küçüksümer’in başarıyla oynadığı göz hekimi rolü var. Dikkat edilmesi gereken sahnelerden biridir.
– Filmin sonunda görüntüleri alınmış ama kurgu sırasında o bölümlerin kullanılmadığı ilgili kişilere
“kurgu kurbanları” diye sıralanarak teşekkür edilmesi çok nazik ve sevimli bir jest olmuş.
– Bu röportajda paylaşmak üzere filmden kareler yönetmenlerden sağlanmıştır. Kendilerine teşekkürü borç bilirim.

Filmin Künyesi
Yapım: İkifilm 2013 / Dram, 78dk Yönetmen: Hakkı Kurtuluş, Melik Saraçoğlu Oyuncular: Melik Saraçoğlu, Hakkı Kurtuluş, Bilgin Saraçoğlu
Ülke: Türkiye, Fransa

Ophthalmology Life 34. Sayı

Konuyla ilgili Prof. Dr. Pınar Aydın O’Dwyer’in makalesi Psikesinema Dergisi’nin Ocak/Şubat 2021 sayısında yayınlanmıştır.