BAZI ADIMLAR YA DA ANLAR YAŞANDIĞINDA PEK O KADAR DA ÖNEMLİ DEĞİLMİŞ GİBİ GÖRÜNEBİLİR. NE OLDUĞUNU TAM HİSSEDEMEYEBİLİRİZ. ARADAN YILLAR GEÇİNCE BU ADIMIN YA DA ANIN NE KADAR SEÇKİN VE KIYMETLİ OLDUĞU, DAHA BİR ANLAŞILIR, DAHA BİR BERRAKLAŞIR.
Tarihin derinliklerinden bugüne kadar katarakt, insanların hep önemli bir sorunu olmuştur. MÖ 5. yüzyıldan kalma bilgiler ve şekillere bakılacak olursa lensin limbustan girilip arkaya vitreusa itilmesiyle pupil alanının açılması yani “couching” belki yıllar boyunca körlüğü önlemiş ama birçok gözün de enfeksiyon ya da yara yerinin açılması, kanama vb. nedenlerle kaybedilmesine yol açmıştır. “Couching” aslında Fransızca yatırmak “coucher” sözünden esinlenilerek kullanılmıştır. Lens âdeta gözün içinde arkaya yatırılmaktadır. Limbusun biraz dışından özellikle temporalden girilerek lensin arkaya yatırılacak şekilde pupil alanından geriye doğru itilmesi işlemidir. Elbette çok ağrılı bir işlem olması nedeni ile hasta oturur vaziyette sıkıca tutulup başı sabitlenir, sonra da yine oturur vaziyetteki cerrah hızla işini yapardı. Anestezi öncesi dönemlerde, cerrahinin en önemli özelliği işin çok hızlı bitirilmesidir. Bu nedenle cerrahın iyiliği ve başarısı hızıyla da ölçülürdü. Önceleri afyon çiğnetmek, alkol içirmek, sonraları kokain kullanımı (1884–Karl Koller–Viyana) hastaları ve cerrahları ağrı bakımından biraz daha rahatlatmış olabilir.
MÖ 6. yüzyıldan 1740’lı yıllara kadar bu konuda farklı bir kayıt görünmemektedir. Bundan sonra iki isim ön plana çıkar: Fransa’dan Jack Daviel ve İngiltere’den Samuel Sharp. Daviel 1747 yılında, geniş bir kesi yaparak, lensin ön kapsülünü yırtıp küretle lens içeriğini temizlemiş, yine birçok komplikasyonla mücadele etmiştir. Buna karşın çalışmaları, iltihaplar, ağır üveitler, göz tansiyonları nedeniyle gözün ağrı içinde kaybıyla sonuçlanmıştır. 1754’de ise Sharp, oldukça ilkel olmakla birlikte korneayı alt yarıdan açıp, sonra da kapsüle hiç dokunmadan başparmağının yan tarafı ile gözü sıvazlayarak lensin intrakapsüler çıkartılmasını tanımlamıştır.
Katarakt cerrahisinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar çok anlamlı gelişme görülmemiş ve Daviel ve Sharp tarafından tanımlanan cerrahi teknikler biraz farklı çeşitlemeler ile devam etmiştir. Bu arada Arruga forsepsi, 1886 ve 1972 yılları arasında Barcelona’da yaşayan Hermenegildo Arruga tarafından 1944’te, Esposito erisofakı ise 1912 ile 1995 yılları arasında Virginia’da yaşayan Albert C. Esposito tarafından 1953’te tanımlanmış ve özellikle intrakapsüler cerrahinin yaygınlaşmasında önemli unsur olmuştur. Arruga forsepsi, uçlarında âdeta iki küçük kaşık bulunan ve kapsülü hafifçe tutup çekmeye ve böylece intrakapsüler lens çıkarılmasına yarayan ve uzun yıllar kullanılmış bir penset idi. Erizofak ise arkasında negatif basınç yaratmak için bir balonu olan ve lensin ön yüzüne çok kolayca uyarlanan küçük bir kaşığı bulunan aygıttı. 1970’li yıllara kadar kullanıldı.
1916 ve 1998 yılları arasında Barselona ve Bogota’da yaşayan Joaquin Barraquer, 1957’de lensin çıkarılmasını kolaylaştırmak için “alfa kimotripsin” enziminin ilk kullanılmasını önererek intrakapsüler cerrahinin daha az komplikasyonla yapılmasını sağlamıştır.
1961 yılında, Krwawicz tarafından uygulanan, lensin soğuk bir prob ile dondurularak çıkarılması işlemi olan kriyoekstraksiyon, daha sonraki yıllarda intrakapsüler cerrahinin standart uygulaması olmuştur.
1980’li yılların başında hâlâ bu uygulama devam etmekteydi. Hatta birçok klinikte, 1943 ve 1992 yılları arasında yaşayan Erzurum Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zeki Çıkman tarafından tasarlanmış kriyo cihazı kullanılırdı.
TÜRKİYE’DE İLK GÖZ İÇİ LENSİ UYGULAMASININ ÖYKÜSÜ
1980 yılının Haziran ayı olduğunu hatırlıyorum. Ankara’da Oftalmoloji Derneği’nin aylık gece toplantıları yapılıyor. Ankara Tıp Fakültesi Göz Kliniğinin ikinci katında, koridorun sonunda yemekhane, toplantı salonu haline getirilmiş. En fazla 35-40 kişi var. Hatırladığım kadarı ile Prof. Dr. Cahit Örgen, Prof. Dr. Sabahat Abadan, Prof. Dr. Behiç Tüzmen, Prof. Dr. Fikret Mutlu, Prof. Dr. Erol Turaçlı, Op. Dr. Arif Şerifoğlu ve Op. Dr. Orhan Sahir Uzel ön sıralarda oturmakta ve diğer birçok hocamız da salonda…
Genç bir hekim, konuşma için davet edildikten sonra göz içine konulan lenslerden bahsetmeye başladı.
Katarakt ameliyatında, o zamana kadar gördüğümüz en modern cerrahi, konjunktivayı limbus tabanlı açıp alev koterle limbusu beyazlatmaktı. Sonra kırılmış jiletle düzgün bir kesi yaparak içeriye giriliyor ve pupil alanındaki lensin üzerine krio probu tutularak hemen donduruluyordu. Ardından yavaş yavaş oynatarak lens vitreustan ayrılıp dışarı alınıyor, limbus 8.0 ipekle tek tek kapatılıp konjunktiva örtülüyordu.
Asistanlığımızın en büyük komplikasyonu lensi patlatmak ya da vitreusun gelmesine yol açmaktı. Lens patlarsa yıkanarak temizleniyor, vitreus gelirse de küçük pamuklarla yara yerine çekerek Wescott makası ile kesiliyordu. Bu uygulamalar, bugün hâlâ gözümün önünde. O aralar, başka hastanelerde penset ya da erizofakla lensin çıkarıldığı, saat 12 hizasında tek sütür koyularak hastanın uzun bir süre sırtüstü istirahate alınarak yapılan ameliyatları duyardık. O dönemin olağan ameliyat şekli buydu.
Beklenmedik bir gelişme oldu. Konuşma yapan hekim, gözün içinde, irise sanki bir rozet gibi lens yerleştirdiğinden söz etti. Slaytlarda da bu ameliyatın şematik,
hâlini gösterdi.
Konuşma bitti ve bir sessizlik oldu. Bazı sessizlikler, olduğundan uzun hissedilir ve arkasından bir fırtına çıkacağından kaygılanıldığı için herkes önüne bakıp bekler, fırtınaya kapılmayayım diye. Cahit Hoca, her zaman söze olumlu başlar ve asıl söyleyeceğini sonradan söylerdi.
Cahit Hoca, “Genç arkadaşımızı bu tebliği için tebrik ederim. Elbette katarakt ameliyatı önemli bir ameliyattır ve görmenin iyileşmesinde büyük bir payı vardır ama bu gözün içine yabancı cisim takılması hele irise böyle bir şeyin asılması kabul edilemez sonuçlar doğurur. Zira iris elbise askısı değildir.” dedi.
Cahit Hoca’nın böyle hafif ve yumuşak sesle ve durarak cümleler kurmasına hepimiz alışkındık ama aslında bu sükûnetin arkasındaki görünmeyen ama derinden hissedilen otorite, orada oturan herkesin arasında âdeta bir kış rüzgârı gibi dolaşmıştı. Öyle ya Cahit Hoca, yaklaşık 10 sene kadar önce İsmet Paşa’nın katarakt ameliyatlarını yapmış olan ve aslında hekimler arasındaki ününün toplumda da yüksek siyasette de çokça artmasıyla emeklilik yaşına gelmiş olmasına rağmen çok sayılan bir kişilik olarak konuşmaktaydı. Cahit Hoca’nın sözünün üzerine söz söylenmesi pek alışılmış bir şey değil idi. Bu nedenle böyle bir sessizlik hatırlıyorum. (Aslında intrakapsüler cerrahi yapılan bu dönemde, ilk lens tasarımları iris destekli olmakla birlikte daha sonraki yıllarda iris fiksasyonlu lensler, irisin damarlı yapısı ve enflamasyona yatkın bir doku olması nedeni ile ve kapsülün korunduğu cerrahiler yerleşince terk edildi. Bugün için seyrek endikasyonlarla kullanılan iris kıskaçlı lensler dışında irise asılan lensler terkedilmiştir.) Genç meslektaşımız, aslında o dönem için bir devrim niteliğindeki bu uygulamanın böyle önemli bir ağızdan kritik edilmesi ile biraz da sıkılmış ve tadı kaçmış bir bakışla gayet hafif ve soluk bir sesle “Evet Hocam ama bu ameliyatlar yurt dışında çok sayıda yapılmaya başlandı. Ben de Hamburg’da burslu olarak gittiğimde görmüştüm bu ameliyatı ve yapmaya başladım hatta hastalarımdan birisini de buraya getirdim. Lütfederseniz size göstermek, sunmak isterim.”dedi.
Sonra topluca aşağı kata inildiğini ve her zaman ameliyat hazırlığının yapıldığı, özel odaların karşısında yer alan muayene odasına girildiğini hatırlıyorum. Biz koridorda bekledik. Kalabalık hâlde, derin bir sessizlik içinde biyomikroskopa oturup kalkanları izlemekteydik. Hocalar çıktı, sona kalan biz asistanlar da hastayı biyomikroskopta görmeye muvaffak olduk.
Evet, ön kamerada, pupil alanında gerçekten irise tutunmuş parlak bir lens vardı ve bize “Gözün içinde yabancı cisim var ise mutlaka çıkarılmalıdır.” şeklinde öğretilen bilgi bir yandan dağılıp giderken, bir yandan da yukarıda biraz önce söylenen sözler kulağımızda hâlâ asılıydı. Kendi kendime soruyordum: “Olur mu böyle bir şey?” Olmuştu. Evet, gözümle görmüştüm. Kriyo ile lensin çıkartılıp intrakapsüler cerrahinin yapıldığı dönemlerdi. O gece, gözün içine konulmuş bir lensi görerek hocalarımızın biraz da eleştiren bakışları ya da “Ben bunu anneme değil ama kaynanama takarım.” gibi şaka yollu istihzaları ile geçti. Gecenin kahramanının ismi Dr. Türker Eryüksel’di.1947’de Kırıkkkale’de doğmuştu, lise eğitiminin sonuna kadar aynı kazada yaşamıştı. 1964’te Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine girmiş, bir sene sonra da askeri tıbbiyeye geçmiş, 1970’te de hava tabip teğmen olarak mezun olmuştu.
1970 ve 1971 yıllarında, Gülhane’de bir yıl harp cerrahisi ve genel tıp eğitimi görmüştü. Aynı yıl uçuş tababeti ve havacılık fizyolojisi üzerine kurs alıp uçuş doktoru olarak Diyarbakır 8. Ana Jet Üssü Komutanlığı emrine sağlık amiri olarak atanmıştı. Bunca hizmetten sonra da 1974 yılında, Gülhane Göz Hastalıkları Kliniğine asistan olarak girip 1977’de uzman olmuştu. O dönemde, Prof. Dr. Fikret Mutlu klinik direktörüydü.
Aynı yıl Alman Hükûmeti’nin Milli Eğitim Bakanlığı kanalı ile verdiği Akademik Araştırma Bursu’nu kazanıp Prof. Dr. H. Sautter ve W. Lullwitz başkanlığındaki Hamburg Üniversitesi Göz Kliniğinde mikro cerrahi, özellikle intraokuler lens ameliyatları üzerinde, 1977 ve 1978 yıllarında, çalışma ve araştırmalar yapmıştı. Dönüşte de hem yanında bazı lensler getirmiş hem de bu ameliyatın nasıl yapıldığına ilişkin deneyimini kullanma kararlılığı ile tayin olduğu Ankara Etimesgut Hava Hastanesinde göreve başlamıştı.
Daha sonra hem yeni lensler hem de bu konudaki ultrason, biyometre, ameliyat mikroskopu ve özel cerrahi setler, cavitron, fundus kamera vb. diğer gerekli teçhizatı satın aldırmış. Nihayetinde, 19 Şubat 1980’de, intrakapsüler katarakt cerrahisi ile kombine göz içi lensi uygulamasını yapmıştı ve bu hem kendisinin hem de Türkiye’nin ilk göz içi lensi uygulaması olarak tarihe geçmişti. İşte bu olgu, dört ay sonra Oftalmoloji Derneği Toplantısında sunuluyordu.
Daha sonra olgu sayıları artmış ve 1981, 1982 ve 1984 yıllarındaki TOD Ulusal Kongresi’nde, Eryüksel önce 18 olgu ve daha sonra da 23 olguluk seriyi sunmuştu. 1986’da TOD Bursa Şubesinin Uludağ’da yaptığı İOL Sempozyumu’nda kendisine “Türk Oftalmoloji Derneği İntraokuler Lens Kulübü tarafından Dr. Türker Eryüksel’e, yurdumuza ilk olarak intraokuler lens implantasyon ameliyatını gerçekleştirerek bizlere öncülük etmesi dolayısıyla teşekkür ederiz.” yazılı şilt verilmişti.
TARİHİ ADIMLAR, ANLAR…
Dr. Türker Eryüksel’den yıllar sonra Etimesgut Hava Hastanesi’nde çalışan Dr. Melih Ünal, malzeme deposunun envanterini yaparken karşılaştığı cam tüpler içindeki, tarihi geçmiş eski göz içi lenslerini görünce buraya verilmiş olan emeğin ve mücadelenin ne olduğunu, yol açık tutulsaydı neler olabileceğini hayal etmiş olabilir.
Bazen bir insanın hayalleri tüm insanlık için inanılmaz çözümler üretmektedir. Yüzyıllarca değişmeden kalan katarakt cerrahisinde bugünlere ulaşmamızda pek çok hayal kuran insanın emeği vardır. Bu hayalleri kuranların başında Sir Harold Ridley gelmekteydi. İkinci Dünya Savaşı sırasında uçakların camlarının patlamasıyla birçok pilotun gözüne giren cam parçalarının uzun süre tepki vermeden kalması Ridley’in hayallerini güçlendirdi. Rayner firmasına yaptırdığı akrilik (pleksiglas) lensi göz içine uygulamayı ilk kez Londra St Thomas Hastanesinde, 8 Şubat 1950’de gerçekleştirdi. Evet, çok eleştirildi, çok komplikasyonla uğraştı ve umutsuzluğa düştü ama onun hayalleri bugün bizim günlük işimiz ve hayatımız oldu. 50 sene sonra da olsa kraliçeden şövalyelik unvanı aldı.
Bu hayaller, sürüp gitti ve insanlığın ilerlemesindeki hayallerin irili ufaklı birçok örneği arasında Dr. Türker Eryüksel’in Kırıkkale’den başlayan hayatında; meraklar, çalışmalar, eleştiriler, üzüntüler, uykusuzluklarla ülkemizdeki ilk göz içi lensinin uygulanmasına uzanan adımları bugün hepimizin önünde unutulmaz bir örnek olarak durmaktadır.
Bu hayaller, bu büyük heyecan ve enerji artarak devam ediyor… Taa ki bir yerden sonra Etimesgut Hava hastanesine yeni bir başhekimin gelip, hem yükselme ve yeni kadro umutlarının uçup gitmesine ve hem de ameliyat mikroskopu ve tüm malzemelerin elinizden alınmasına karar verene kadar… Kapının önüne oturtulma zamanı gelmiştir… Erken emekli olur….
Böyle bir maceradan sonra tekrar “Ülkemiz niye böyle oldu?” diye düşünmeye devam edelim mi?
Ophthalmology Life 36. Sayı