Doktorların öze doğru gerçekleştirdiği serüvenler; Kitaplar-4

“Doktorların öze doğru gerçekleştirdiği serüvenler; kitaplar” dosyamızın 4. Bölümünü size sunuyoruz. Doktorların gerek iç dünyalarına gerekse toplumsallaşmalarına yönelik yaptığı yolculukların örnekleri bu sayımızda da dikkatinizi çekecek.

ASLOLAN HAYAT SEVDASI!

DOÇ. DR. MELİS PALAMAR ONAY

Çok küçük yaşlarımdan itibaren sesine aşina olduğum, sonrasında dingin ve bir o kadar da kibar duruşuna hayranlık beslediğimsanatçı ve aydın… Konserlerinde binlerce kişinin hep bir ağızdan şarkılarını hatasız söylemesinden belki bu derece etkilenmem. Belki kardeşimin adının Deniz olmasından, belki de güneşi çok sevmemden… Belki Nazım’la yarenliğinden… Belki de sadece öylesine, sebepsiz… Her kitabını soluksuz okuduğum bu dik duruşlu alçak gönüllü insan, önemli anılarını kaleme almış Sevdalım Hayat’ta. Gerçek adı Ömer Zülfü Livanelioğlu, 1946 Konya Ilgın doğumlu. Çocukluğundan günümüze bir insanın başına daha neler gelebilir diye sorduran şeyler yaşamış… Prematüre doğmuş ve küçük yaşta bir gözünün görmesini delici yaralanma nedeniyle kaybetmiş. Erken yaşta annesini yitirmiş. Babasından karne hediyesi olarak bisiklet beklerken, bir bağlama almış. Çeşitli gözaltılar ve işkenceler nedeni ile yurtdışına kaçmak zorunda bırakılmış ve yıllar sonra kırmızı pasaport ile Türkiye’ye geri çağırılmış. Yanlış anlaşılmalar ve türlü kumpaslara rağmen yozlaştırılamamış bir hayat yaşamakta.

Sık sık göz yaşartan, sayısız dersler içeren bir yaşam kesiti. Bir kez daha hayran olup, bir kez daha gıpta ediyor insan yaşama sevinci ve azmine Zülfü Livaneli’nin. Bu yaşam öyküsünü okuyunca, kişi doğru bildiklerinden asla ödün vermemesi ve en kötü anda bile umutsuzluğa kapılmaması gerektiğini bir kez daha anlıyor. Siyasi görüşü ve etnik kökeni ne olursa olsun insanı ve hayatı sevmenin önceliğini hatırlıyor. Önyargıların kişilerin yaşam akışlarını alt üst edebilme ihtimalini ve bu önyargıların hepimizi esir edebileceğini görüyor. Seveni kadar nefret edeni de çok olan Zülfü Livaneli kim ne derse desin sayısız esere imza atmış, pek çok ödüller almış ve büyük kitlelere dokunabilmiş uluslararası bir sanatçı. Ve aslolan hayat sevdası…

AĞANIN OĞLU OBLOMOV

DOÇ. DR. GÖKHAN PEKEL

Rus edebiyatının önemli yazarlarından Ivan Gonçarov’un 1850’li yıllarda yazdığı Oblomov adlı eserini lise birinci sınıfta, yani yaklaşık 18 yıl önce okudum. Hayata bakış açımı değiştirdi demek abartı olur, fakat çarpıcı ve düşünmeye sevk edici bir eser olduğundan bende iz bırakmıştır. Kitabın ana karakteri Oblomov, zengin bir Rus toprak ağasının oğlu olup çalışmaya gerek duymadan hayatını idame ettiren bir soyludur. İyi niyetli, duygusal, fakat tembel bir aristokrattır. Oblomov’u saf ve temiz ruhuyla sevsek de tembelliğinin getirdiği kayıpları görmek insanı biraz rahatsız ediyor. Kitap sadece bir adamı betimlemiyor, o dönemin bütün Rus hatta doğu kültürü insanına da bir göndermede bulunuyor. Oblomov, harekete geçmeyi bir türlü başaramayan, her şeyi erteleyen, fakat fikir üretmekten de geri durmayan bir şahsiyet. Biraz da aileden yetiştiriliş tarzı sonucu miskinlik ve işlerini erteleme temel özellikleri Oblomov’un. Bir ara bir kadına duyduğu aşk, tembelliğinden kurtulmasına vesile olacak gibi olsa da, ölü toprağını yine üstünden atamıyor. Kitapta Oblomov’un en yakın arkadaşı bir Alman ise batının gerçekçi ve çalışkanlığını, fakat duygusal olarak biraz sığlığını temsil ediyor. Her ne kadar tembellik karakterinin altında gölgelense de Oblomov o dönemin sosyal çevrelerindeki bayağılık, rekabet ve materyalciliğe az da olsa bir eleştiri getirmektedir. Hepimizin kafasında ürettiği fakat bir türlü hayata geçiremediği projeleri hatırlatır Oblomov. ‘Bugünün işini yarına bırakma’ ve ‘bir işe başlamak bitirmenin yarısıdır’ sözleri Oblomovluğun tam zıddı olarak düşünülebilir. Severek okunacak bu başyapıtın herkeste bir iz bırakıp her alanda daha çok çalışmaya teşvik edeceğini düşünüyorum. Ancak tam tersi olarak hepimizin içindeki Oblomov’u daha da ortaya çıkarabilir.

DOKTORLUĞU TERCİH SEBEBİ

OPR. DR. REMZİ TANIDIR

Doktor olmamın özellikle de göz doktoru olmamın asıl nedeni; Kahramanmaraş’ta ortaokulda okurken okulumuza iki haftada bir gezici kütüphanenin gelmesidir. Ben de bu kütüphaneden aldığım kitapları okuyarak iki haftada bir değiştirir, yeni kitap alırdım. Yine bu kütüphaneden aldığım bir kitap göz doktoru olmam yönünde beni çok etkilemişti; Kitabın Adı Lokman Hekim ve Çırağı. Lokman hekimin yanında çalışan çırağının bir gün gözleri hastalanır ve işine gidemez. Babasını Lokman Hekim’e göndererek ilaç almasını ve lokman hekimin ilk söylediği cümleyi unutmamasını söyler. Babası Lokman Hekime vardığında durumu anlatır, Lokman Hekim de ‘ah onun elinden’ diyerek gerekli ilaçları vererek gönderir. Babası eve geldiğinde durumu anlatır, çırak da “ah onun elinden” sözü üzerine babasına ellerini arkadan bağlamasını söyler ve ilaçları evdeki kedinin de gözlerine sürmesini ister. Bir hafta sonunda kedinin gözlerinin kör olduğu, çırağın ise gözlerinin iyileştiği izlenir.

Sonuçta bu bir hikâye, gerçeklik payı ne kadar vardır bilemem ama benim göz doktoru olmamdaki en büyük etkenlerden biridir. Gezici kütüphane sayesinde okumaya tutkuyla bağlandım. Parasız yatılı bursluluk sınavını kazanarak İstanbul Kabataş Erkek Lisesi’nde yatılı okudum. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni tamamlayınca Van Özalp İlçesi Aşağı Sağmallı Sağlık Ocağı’nda ilk doktorluk görevime başladım. Suyu akmayan tuvaleti donan bir köy sağlık ocağında çalıştım. Sonrasında TUS’u kazanarak İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Bölümü’nde ihtisasımı tamamladım.

AYLAK VE ISSIZ ADAM

OPR. DR. GÜLBİN SEMA SALTIK

Beni son zamanlarda en çok etkileyen romanlardan biri Yusuf Atılgan’ın eseri Aylak Adam. Kitap bana, 2008’de seyrettiğim Issız Adam filmini hatırlattı. Sanki Çağan Irmak “Aylak Adam”ı “Issız Adam”a dönüştürerek senaryolaştırmış. Eserin başkarakteri C. ( yazar adını bile koymayarak, karakterin yaşadığı o kocaman boşluk hissini iyice vurgulamış) çalışmayan, hali vakti yerinde, eğitimli, sadece yaşayan ve vakit öldüren, sıkıntılı, yalnız bir genç. Hayatının amacını bulamamış, arayan ama bulmaya yaklaştığında ya bulursam diye korkup eski hayatına koşan, umutsuz, kayıp bir genç adam. İçindeki boşluk ve ıssızlık hem ürkütücü hem de çekici. Aşk konusunda da aynı korkunç aylaklıkla davranıyor. Aşık olmak ister, gerçek sevgiyi arar, ilişkiler de yaşar. Ama iş ciddiye bindiğinde, gerçekten birine bağlanmaya başladığında, o eski yalnızlığı ve ıssızlığı onu kuvvetli bir çekimle çağırır ve sonunda çok özlediği bomboş hayatına geri döner ve yeniden umutsuzca tutunacak bir dal, bir amaç, bir sevgi aramaya devam eder. Ararken çok samimidir, korkarken de, kaçarken de. Hayatı sevmeye, yaşamaya değer kılan hiçbir dayanağı olmayan bu aylaklığı, yazar toplumsal her türlü kural ve kabullenişten uzak, tamamen insan boyutunda ele alır. C.’ nin gerçek bir sevgi ya da bir yaşama amacı bulup bulamayacağı sorusunun cevabını da okura bırakır. Beni çok etkileyen bu roman, hissederek yaşamanın anlamını, bir yere ait olmanın, sevmenin, bir amacı olmanın değerini bana tekrar hatırlattı. Karşılaştığımız zaman, ‘’aman boşver’’ diyerek kolayca teptiğimiz fırsatların, aslında hayatımızın yönünü değiştirebileceğini unutmamalı. Gerçekten yaşamaya değer bir hayatı ıskalamamanız dileğiyle…

İNSANIN ANLAM ARAYIŞI

PROF. DR. SAMURAY TUNCER

Okuduğum kitaplar arasında beni en çok etkileyen kitabın Viktor E. Frankl tarafından 1983 yılında yazılan “İnsanın Anlam Arayışı (Man’s Search for Meaning)” olduğunu söyleyebilirim. Viktor E. Frankl Avusturyalı bir psikiyatristtir. Freud ve Adler’den sonra sahasının en dikkat çeken ismi olan Dr. Frankl “Üçüncü Viyana Okulu”nun kurucusu ve varoluşçu terapinin de en önemli isimlerinden biridir. Dr. Frankl, bu kitabında İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi toplama kamplarında yaşadıklarını ve biriktirdiği acı deneyimleri paylaşmaktadır. Bu deneyimler, ileride psikiyatri alanında kendi kişisel felsefesinin (logoterapi; logos: anlam – İnsanın varoluşunun anlamı kadar, insanın böyle bir anlama yönelik arayışı) temelini oluşturmuştur. Kitabın özellikle etkileyici olan bir paragrafını sizlerle paylaşmak isterim: “Başarıyı amaçlamayın. Bunu ne kadar amaç haline getirip bir hedefe dönüştürürseniz, kaçırma olasılığınız da o kadar artar. Çünkü mutluluk gibi başarının da peşinden koşamazsınız; kendisi ortaya çıkmalı, kendisi oluşmalı ve sadece kişinin, kendisinden daha büyük bir davaya kişisel adanışının amaçlanmayan bir yan etkisi olarak ya da kişinin kendini başka bir insana bırakışının bir yan ürünü olarak oluşmalıdır. Mutluluğun kendiliğinden olması gerekir, aynı şey başarı için de geçerlidir: Ona aldırış etmeyerek, kendi kendine olmasına izin vermeniz gerekir. Bilincinizi dinlemenizi ve bilginiz dâhilinde bilincinizin sizden yapmasını istediği şeyi yerine getirmek için elinizden geleni yapmanızı istiyorum. O zaman, uzun vadede – uzun vadede diyorum! – başarı sizin peşinizden gelecektir, çünkü başarıyı düşünmeyi unutmuşsunuzdur.” Sevginin, mutluluğun ve başarının kendiliğinden oluştuğu günlerde görüşmek dileğiyle!

AKİF’İN HAYAT HİKÂYESİ

OPR. DR. ŞEREF İSTEK

Hayata bakışımı etkilediğine inandığım tek bir olay ya da sebepten ziyade olaylar ve yaşantılar bütününden bahsedebilirim. Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un hayatından oldukça etkilendim. Mehmet Akif’le ilgili hikâyeler her zaman ilgimi çekti. Başarıyı kişinin kendisinin değil çevresinde bulunduğu insanlarla beraber ona destek olan ekibin getirdiğini düşünürüm. Tek başına başarıya odaklananların, başarılı olsalar bile, geniş toplumlarca tanınmadığı kanısındayım. Bu bağlamda şair Mehmet Akif’in yaşam hikâyesini incelediğimde son derece mütevazı, dürüst ve çalışkan olduğu kadar yeterince tanınmayan bir şairimiz olduğunu düşünüyorum. Milli şairimizin oldukça az bilinen özelliklerini söylemek istiyorum. Arapça ve Osmanlıcayı çok iyi bilmesine rağmen oldukça duru bir Türkçeye sahip olması, maneviyatı çok güçlü bir insan olması, kuvvet şımarıklığını hiç sevmemesi öyle ki -kendisine haksız yere hakaret eden bahçıvanı önce dövmüş, sonra da bir taşın üstüne oturup ağlamış. Ayrıca eserinin beğenilmesinin onu çocuk gibi utandırması ve utandığından başka yere bakması ve randevu zamanına titizlik göstermesi. Bir işin takriben olması da Akif’e göre yalan kadar çirkindi. Kırmızıya pembe diyorsanız cürümdü. Bir randevuya dörtte gidecekken dördü çeyrek geçe gitmişseniz, geç kaldığınız bu 15 dakika onun için kabahatti. Bir de geleneksellik ve modernliği bir arada özümseme arzusunda olduğu söylenir. Şöyle anlatılır: “Bir ingiliz’e sormuşlar. Bu kadar gelenekçi olduğunuz halde nasıl gelişim gösterdiniz? İngiliz cevap vermiş: Bizde en yeni gelenek 600 seneliktir, en eski yenilik 6 saatliktir. Akif de aynı şekilde 14 asırlık gelenekle 14 saatlik yeniliğin beraber yürümesini isterdi. Sevgi, saygı ve de dürüstlük içinde kalmanızı dilerim…

BÜYÜLÜ BİR GERÇEKLİK

DOÇ. DR. SİBEL KOCABEYOĞLU

Ağabeyimin bana uzatarak; “Bunu okursan eminim seveceksin Sibelciğim” demesinin ardından- ki o yıllarda kendisine duyduğum hayranlık ve hep O’nu örnek alışımın etkisiyle- Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık kitabını okumaya karar verdim.

Öncelikle kitabın arka kapağına baktım her zaman yaptığım gibi, Gabriel Garcia Marquez’in; “Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol….“ Ve ardından “Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen…” diye devam eden cümleleri ilk okuduğumda kitabı elimden bırakamayacağımı anlamıştım. Belki geniş bir ailede, birbirinden çok farklı karakterlerden oluşan büyük bir kalabalığın içinde büyümüş olmamla bağdaştırdığımdan dolayı, belki de çocukluk heyecanımı hayatımın hiçbir anında bırakamadığımdan dolayı büyülenmişçesine defalarca okudum kitabı. Bazı anlar çatışmalar, ilişkiler zinciri ve o kalabalığın içinde kaybolup, karakterleri tekrar tekrar okudum, bazen de “kalabalığın içindeki yalnızlık” tan derin bir hüzne kapıldım. “Bu romanı dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım, kitabımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız” diye ifade etmişti Gabriel Garcia Marquez kendi eserini. Doğruydu yazarın kendi romanı ile ilgili söyledikleri, beni etkileyen hepsinin gerçek olmasıydı, çok büyüleyici bir anlatımla. Yıllar önce son kez okumuştum, tekrar okumak arzusunu hissettiğimde kitaplığımdaki yerini hafızamda tutuyorum.

ANIN GÜCÜNÜ KEŞFET!

DOÇ. DR. SİNAN GÖKER

Beni en çok etkileyen kitap Eckhart Tolle’un “Şimdi’nin Gücü” adlı kitabı oldu. Bu kitap, kendimi ve zihnimi tanıma konusunda bana yeni bir kapı açtı. Günlük hayatta “şimdi”de kalarak, daha gerçekçi yaşamamı sağladı. Yaşamı, kendimi ve insanları tanımam konusunda bana büyük katkısı oldu. Düşüncelerin ötesinde zihni dinginleştiren, zihnin yarattığı sorunların ortadan kalkmasını sağlayarak özgür bir yaşamın kapılarını açan bu kitaptan çok etkilendim. Eckhart Tolle 1948 yılında Almanya’da doğdu. Yeni dönem ruhani öğretmen ve yazarlardan. Eckhart Tolle hiçbir din ve gelenek ile bağıntılı değil fakat “Power of Now” adlı kitabında etkilendiği kişi ve felsefeleri şu şekilde sıralıyor: Meister Eckhart, Advaita Vedanta, A Course in Miracles, Mistik İslam, Sufilik, Rumi’nin şiirleri, Zen Budizm’in Lin-chi (Rinzai) ekolü. Tolle üniversite eğitimini Londra Üniversitesi ve Cambridge Üniversitesi’nden aldı. İngiltere’de üniversiteye gidene kadar 13 yaşından 20 yaşına kadar babasıyla İspanya’da yaşadı. Çok uzun ve yoğun bir depresyonun sonunda birgün 29 yaşındayken büyük ruhani aydınlanmayı yaşadı. Bu tecrübeden sonra ruhani gelişimi devam etti ve zaman içinde kendini tamamen öğretmenliğe ve yazarlığa adadı. Eckhart Tolle Kanada’nın Vancouver şehrinde yaşıyor. Şimdi’nin Gücü, kısa bir sürede, son zamanlarda yazılmış en büyük spiritüel kitaplardan biri olduğunu kanıtladı. Eckhart Tolle; “insan bilincinin çok derin bir değişim-dönüşümünden söz ediyorum; bu uzak gelecekteki bir olasılık değil, şimdi gerçekleştirebileceğiniz bir Şeydir. Kendinizi zihnin esaretinden nasıl kurtarabileceğinizi, bu aydınlanmış bilinç haline nasıl girebileceğinizi ve onu günlük yaşamınızda nasıl sürdürebileceğinizi göreceksiniz” diyor.

HAYATIN KAYNAĞI AKIL KALKANIDIR!

PROF. DR. MERİH BANU SOYLU

En çok etkilendiğim kitap denince hiç düşünmeden ‘The Fountainhead’ (Hayatın Kaynağı) derim. Herhalde 20 yıl olmuştur bu kitabı okuyalı, o gün bu gündür Howard Roark benim kahramanım. 1943 yılında yazılmış olan bu kitabın yazarı Ayn Rand ve kitabın ismi Rand’ın “insanın egosu ilerleyişinin kaynağıdır” cümlesinden geliyor. Howard Roark idealist genç bir mimardır, bina dizaynında hüküm süren zevklere sırf çıkarı için boyun eğip, artistik ve kişisel görüşünde uzlaşmaya varmaktansa, karmaşıklık içerisinde çabalayıp kendi doğrusu için savaşmayı göze almıştır. Geleneksele karşıdır, yaptığı işe saygısı, sevgisi sonsuzdur, işini istediği gibi yapamadığında (ya da para kazanmak için müşterilerine ödün vermeyip, eğilip bükülmediğinde) taşocağında çalışacak kadar gözü karadır. Bu prensiplerinden şaşmayan mimar, yaptığı bir çizimde ona söylenmeden değişiklikler yapılması üzerine koca bir binayı havaya uçurmuş ve kendini mahkemede savunmaya mecbur bırakılmıştır. (Roark’un mahkemedeki savunması müthiş, bir insanlık bildirgesi gibi herkesin başucunda olması gerekli) Çok tutkulu bir aşk hikayesinin de olduğu kitapta, galip gelen Roark olur, belki bencildir ama kendine karşı dürüsttür, yaptığı işe de sonsuz saygısı vardır. Kitapta insanları, değer yargılarını, kifayetsiz muhterisleri, çıkar için herşeyi göze alanları, yani insanlığın her halini görmek mümkün. Sonradan öğrendiğime göre, Ayn Rand bu kitabı yazarken yine yüzyılın çılgın mimarlarından biri olan Frank Lloyd Wright’tan ilham almış. Gerçekten de Wright’ın eserlerine baktığınızda-New York Guggenheim Müzesi, Şelale evi, Bozkır evi gibi onlarca dâhiyane, çılgın eserler-ve hayat hikayesini okuduğunuzda sanki Howard Roark’u okuyor gibi oluyorsunuz.

Ophtalmology Life 2016 24. Sayı