Doktorların öze doğru gerçekleştirdiği serüvenler; Kitaplar-2

“Doktorların öze doğru gerçekleştirdiği serüvenler; kitaplar” dosyamızın 2. Bölümünü size sunuyoruz. Doktorların gerek iç dünyalarına gerekse toplumsallaşmalarına yönelik yaptığı yolculukların örnekleri bu sayımızda da dikkatinizi çekecek.

BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ

PROF. DR. FERDA ÇİFTÇİ

Beni çok etkileyen kitaplardan biri Khaled Hosseini isimli yazarın kitabı, Bin Muhteşem Güneş başlıklı kitaptır. Bin Muhteşem Güneş romanında Khaled Hosseini, Afganistan’da Kabil’de yaşanan savaşın ve Taliban’ın getirdiği sıkı rejimin insanların hayatlarını nasıl mahvettiğini anlatıyor. Bunu yaparken de Meryem ve Leyla adındaki iki kadının hayatından kesitler sunuyor. Dini baskıların ve savaşların kadınların hayatlarını nasıl mahvettiğini, kadınların çalışmasını engellediğini, kadın doktorların gizlice hastalara hizmet verdiğini anlatan çok etkileyici bir kitap. Bu kitabı okuduğum zaman: böyle bir baskı döneminde yaşamadığım ve Cumhuriyet rejimine sahip laik bir ülkede yaşadığım için, mesleğimi özgür olarak çağdaş kıyafetler içinde yapabildiğim için kendimi çok şanslı hissettim.

NECİP FAZIL KISAKÜREK’TEN “O VE BEN”

YRD. DOÇ. DR. SEYHAN DİKCİ

Kitaplar insan hayatında özel bir yer tutar, çünkü gerçek hayatta çoğu zaman karşılaşma şansımızın olmadığı nadide şahsiyetleri tanımak ve derinliği olan sohbetlerin içine girmek kitaplarla mümkün olabilmektedir. Beni en çok etkileyen kitaplardan biri; yazarının otobiyografik özellikte bir eseri olan Necip Fazıl Kısakürek’in ‘O ve Ben’ adlı eseridir. Necip Fazıl Kısakürek genellikle hırçın tabiatıyla bilinir, ancak ben onu daha çok adı geçen kitabında net bir şekilde anlaşıldığı gibi ‘fikir işçisi’ olarak tanımlamayı doğru buluyorum. Bir insanın doğması, büyümesi ve olgunlaşması gibi onun fikir dünyası da böyle bir değişim ve tekamülden geçmiştir. Kendisi yorganını ısıracak kadar fikir sancısı çektiğini anlatmaktadır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en temel özellik düşünebilmesidir ve bunun dışa yansıması olan kişinin his, ruh ve fikir dünyasının zenginliği bu açıdan önem arz etmektedir. Burada vurgulanması gereken bir nokta da önyargısız, samimi bir sorgulama, düşünme ve araştırma sürecinin insan için zor olduğudur. Fakat gündelik veya özel yaşantımızda ya da iş hayatımızda hem gerçek anlamda daha iyi noktalara çıkabilmenin, hem de daha üretken olabilmenin ancak böyle bir tabiri caizse ‘sağaltım’ sürecinden geçmekle mümkün olacağı kanaatindeyim. Fikirlerin kişiler veya olaylardan daha değerli olduğu bir dünyada yaşamak bizim için muhtemelen daha huzur verici olacaktır.

EROİNLE ÖLÜMÜNE DANS SÜRÜYOR

OPR. DR. ELİF İNCİ ERBAHÇECİ

Canan Tan sürükleyici üslubu, alışıldık hikâyelerin alışılmadık yönlerini anlatış biçimiyle kendine hayran bırakan bir yazar. Canan Tan’ın Piraye kitabı ile öğrenciliğimin son yıllarında tanıştım. Daha sonra diğer kitaplarını okumaya başladığımda, birbiriyle benzer yönleri varmış gibi algılasam da aslında, her birinde bambaşka hikâyeler anlattığını fark ettim. Her yeni çıkan kitabı ayrı bir heyecanla aldım elime, okudukça sayfaların hem hemen geçmesini hem de anlatılan hikâyenin içinden hiç çıkmamayı istedim. Tan’ın beni en çok etkileyen kitabı “Alevden Küle
Eroinle Dans” olmuştur. Bu kitapla yabancısı olduğum bir dünyaya tanıklık ederken, yaşamda gerçek olabilecek bir hikâyeden nasıl da uzak olduğumu gördüm ve çok etkilendim. Eroin, insanların hayatlarındaki boşluklar için sığınmaya çalıştığı tehlikeli bir liman. Bu kitapla anladım ki, insan beyninin bağımlılık fizyolojisini anlamaktan farklıymış, eroinin insan hayatındaki etkilerini, sebep olabileceklerini ve hatta ölümü getirişlerini anlamak. Aileler, arkadaşlar ve şu son günlerde Bonzai kullanan gençlerin ölümüne tanıklık eden herkes madde bağımlılığına duyarsız kalmamalı. Bu konuda, tıbbi ve özellikle psikolojik desteğin önemi asla unutulmamalı. Eroinle ölümüne dans, bitti deseniz de bir yerlerde sürüyor hala. Değişen, yalnızca dans edenler olmamalı.

“NEDEN” SORUSUYLA BAŞLAMAK GEREK

OPR. DR. AYDIN ÇELİKDOĞAN

Uzun yıllar önce okuduğum Norveç’li Jostein Gaarder’in “Sofi’nin Dünyası” adlı kitabı beni en çok etkileyen kitaplardan biridir. Kitap felsefi düşüncenin tarihine değinip çeşitli konuları irdelemektedir. Türkiye ve benzeri durumdaki birçok ülkenin gelişememesinin en önemli nedeni olan ‘Neden’ sorusunun sorulamamasının aksine, Sofi’nin Dünyası, ‘Neden’ sorusundan yola çıkmaktadır. Ülkemizdeki lise ve üniversite mezunu sayısının 20-25 yıl öncesine göre artmasına karşın, özgür düşünme ve yaratıcılıkta gelişme olmamasının nedeni sorgulamanın olmamasıdır. Üniversite mezunu birçok kişi bile ‘böyle yapmak iyidir’ denilen birçok şeyi sorgulamadan yapmaktadır. ‘Neden’ sorusu sorulmayınca ezbere yaşamlar yaşanmakta, insanlar siyaseti, inançları sorgulamamaktadır. ‘Neden’ sorusunu sorduktan sonra, okuma ve inceleme başlar. Ancak, bu incelemenin de tek bir bakış açısı ile yazılmış kaynakları okumakla sınırlı olmaması, farklı görüşleri de içermesi gerekir.

AŞKIN KIRK KURALI

OPR. DR. SERVET ÇETİNKAYA

Beni en çok etkileyen ve belki de hayatıma yön veren kitaplardan biri Elif Şafak’ın ‘Aşk’ isimli romanıdır. Bu romanda, orta yaşlı Amerikalı bir kadın bir yayınevinde editör asistanı olarak çalışmaktadır. Kendisinden, Zahara adında bir yazarın tasavvuf felsefesini konu alan bir kitabı değerlendirmesi istenir. Kitabı okudukça etkisinden kurtulamaz ve dünyevi aşkı keşfetmek adına zorlu ve tehlikeli bir yolculuğa çıkar. Mevlana’yı daha yakından tanımak için Türkiye’ye Konya’ya gelir. Aşk romanında, aşkın 40 kuralından söz edilir, bunlardan bazıları şöyledir: Aklın kimyasıyla aşkın kimyası birbirinden çok farklıdır. Akıl korka korka en ufak detayı düşünerek hareket eder, fakat aşk doğaçlama yaşamaktır. Aşk bir seferdir, yolculuğa çıkan herkes nasıl bir şekilde değişiyorsa, aşkı yaşayan da bir şekilde değişir. Hayatta başına ne gelirse gelsin, asla ümitsizliğe kapılma, Allah sana başka yollar gösterecektir. Bu kitabı okuyunca, dünyevi aşkların nasıl İlahi Aşk’a dönüştüğünü ve hayatın gerçek anlamını nasıl kazandığını müşahede ettim, hissettim ve maddenin ötesindeki metafiziğe nasıl yelken açılır gördüm. Bu kitabı okuduktan, sonra eş durumundan bir Konyalı olarak Konya’nın medar-ı iftiharı olan Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri’nin hayatını ve büyük eseri Mesnevi’yi okudum. Mevlana, bütün insanlığı kucaklayan, dergâhına çağıran, bütün dünyanın tanıdığı, bildiği ve eserleriyle sadece kendi dönemini değil sonraki asırları da aydınlatan büyük bir düşünürdür.

ZENGİN TASVİRLER ŞİİRSEL DİL

OPR. DR. HARİKA ÇEVİKEL

Bende iz bırakan kitaplardan biri Victor Hugo’nun, yurdunun ve halkının çıkarlarını savunması nedeniyle tam yirmi yıl sürgünde kaldığı dönemde, 1862 yılında yazdığı Sefiller (Les Misarebles)
kitabı. Victor Hugo bu romanda yoksul, kenar mahalle yaşamını toplumcu bir gözle inceliyor. Sefiller, toplumsal bir belge niteliğinin yanında, oldukça sürükleyici bir kitap. Victor Hugo‘nun bu eserindeki roman kahramanı, Jean Valjean’dır. Ekmek çaldığından, kürek cezasına çarptırılır. Kaçmaya kalkınca 19 yıl ceza çeker. Hapisten çıkınca kimse ona iyi davranmaz. Bir psikopos onu, evine alır. Şamdanlarını çalar, yakalanır. Psikopos şikayetçi olmak yerine ona 2 şamdan armağan eder. Bu olay yaşamın dönüm noktasıdır… Roman kahramanlarının önemli bir kısmı, Victor Hugo’nun yaşam öyküsünde yer almış ya da Fransa tarihinde yaşamış kişilerden oluşuyor. Hatta gururlu, isyankâr ve devrimci Marius’un yazarın kendi gençliğinin idealize edilmiş biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Roman özellikle 1832 ayaklanmasıyla, Fransız tarihinin romana yansıması olarak gözleniyor. Üstelik o dönemin haksız adalet sistemini ve politik hayatını teşhir etmesiyle de önemli bir belgeye dönüşüyor. Sefiller Kitabı, aynı zamanda hiç bir belgenin sahip olmayacağı zengin tasvirlerle ve şiirsel bir dille anlatılmış. Bu özelliği ile de hem Fransız Edebiyatının hem de dünya edebiyatının önemli bir kilometre taşı olarak kabul ediliyor. Kitabı okurken hem dönemin Fransası’nı gözlemleme şansı buldum hem de kitabın kahramanı Jan Valjean’in
başından geçenlere tanıklık ederken, yaşamımızda meydana gelebilecek bir olayın bütün yaşamımızı değiştirebileceğine ve o andan itibaren bizi çok farklı bir insan yapabileceğine şahit oldum.

KÜÇÜK PRENS HAYATIN ÖZETİDİR

OPR. DR. LEYLA HELVACIOĞLU

7 yaşımda FKB’nin muhteşem anfisinin havalı tıp talebelerinden biri iken, “madem ki bahar, madem ki yaşıyoruz ikimiz de” diye kainata güzellemeler gönderiyordum. O dönemde, Galatasaray Lisesi’nden bir arkadaşım, “Küçük Prens’i okudun mu?” diye soruyor. Okumaya başladıktan sonra anlıyorum ki, Antoine Saint Exupery’nin gece uçuşlarının cesur pilotu, sahra çöllerinde gün batırıp, yıldızlı gök kubbe altında hayal kuran ve de bir gün kaybolan Küçük Prens’i hayatın özetidir. Daha önce ne yazıldı ise ve daha sonra yazılacak ne varsa incecik ve resimli bu librettoda buluverdim. Kozmik ordine, sevgi, ihtimam ve evcilleşme, sonra samimi merak, tabiatın sunduğu verilerin farkına varmak ve harikulade bir evrende onun muhteşem düzenine saygı duyarak erdemli bilgiye ulaşmanın altın anahtarını bu kitapta buldum. Virtu’dan Sapienza’ya ulaşmanın hevesini sarı saçlı, mavi pelerinli, minnacık bir gezegende Asteroid B-612’de yaşayan, tek endişesi gezegenini Boabab ağaçlarının istilasından korumak olan bir çocuktan öğrendim. Sevdiklerime olan sorumluluğu ise hasbel kader gezegenine ulaşan, Küçük Prens’in emeği ile gelişip güzelleşen, sevildikçe, diğer milyonlarcasından farklılaşan bir gülün hikâyesiyle özümsedim. Nasıl isabetli bir şeçim yaptığıma 12.11.2014 Çarşamba günü bir kez daha inandım. Rosetta adlı uzay aracından Phiela (meraklı sondaj aleti) süzülerek 67P isimli kuyrukluyıldızın üzerine iniverdi. Ve ilk duyduğu şeye, Phiela bile inanamadı. Kuyrukluyıldız adeta şarkı söyleyen, 4,5, 5 milyar yıldır şarkı söyleyen bir müzik kutusu idi. Gerçeğin mayası gözle görülmez.”

SÖNMEYEN YANGIN

YRD. DOÇ. DR. ÖZGÜR İLHAN

Yaşamak, yaralanmaktır. Yaralanmak da güzel” diyor Cemil Meriç. Meriç Nehri gibi bahar aylarında çiçeklerin sardığı, diğer aylarda kasvetin hüküm sürdüğü bir düşünür o. İnişleri çıkışları olan hayatın ta kendisi… Yaralanmayı iliklerine kadar hissetmiş bizden biri. Cemil Meriç; “miskinler tekkesi” olarak gördüğü fildişi kulelerindeki aydınları eleştirirken, fildişi kuleye sığınmak zorunda kalır. Çünkü yaşamdan sağlam tokat yemiş; bir yazarın en değerli organı olan gözlerini kaybetmiştir. “Körlük, öldükten sonra yaşamak gibi bir şey” derken, umutsuzluğun içinde umudu da barındırabilmiştir. En çok bu azim örneği etkilemiştir beni. Meriç’in, gözlerinin ışığı daha iyi algılaması için masanın üstüne sandalyeyi koyup; o sandalyeye oturarak kitap okuması anekdotu, belki de uzmanlığımda göz bölümünü seçmemin nedenidir. Kim bilir okuma aşkından mahrum bırakmamaya gayret ettiğim hastalarımın sevincini, yüreğimin en derininden hissetmemin rolü de bu hayat hikâyesidir. Cemil Meriç’in şiirden kaçmaya çalıştığını ama kurtulamadığını bu dizeler gösteriyor: “Yıldızları söndürmüş fırtına/Batan bir gemidesin/ Senden ne kalacak yarına/Kıyılardan imdat isteyen, sesin…” Hayatın bilinmez denkliklerinden, yorucu notalarından kaçmak istediğim dönemler olur. İşte, o zaman bu şiir yetişir imdada. İşte o zaman batan gemiden kurtulur, Cemil Meriç gibi sevgiye tutunurum. Çünkü sevgi onun gibi insanlık için de garip bir yangın. Hekimlik de bu yangının hiç sönmemesini gerektiren bir kulvar. Sevgi yangınımızın hiç sönmemesi dileğiyle…

ÖZGÜRLÜĞE GİDEN YOLUN HİKÂYESİ GUGUK KUŞU

OPR. DR. UMUR KAYABAŞI

Üniversite yıllarında seyrettiğim ve üzerimde derin izler bırakan ‘Guguk Kuşu’ (One flew over the cuckoo’s nest) filmi ve arkasından okuduğum aynı adlı kitap, şu anda oftalmoloji alanında seçtiğim nöro-oftalmoloji ve özel olarak ilgilendiğim Alzheimer ve Parkinson hastalıklarının retina muayenesiyle erken tanısı konularına odaklanmamda büyük rol oynamıştır. Kitapta beni etkileyen psikozlu hasta, Kızılderili karakterdir. Bir akıl hastanesinde geçen kitapta, hastane kurallarına uymayan karakter aldığı ceza nedeniyle buraya gönderilmiş, hastane görevlilerine karşı asi bir görünüm çizerken, hastalarla yakın diyalog kurmuştur. Kurduğu diyalog sonucunda özellikle, yıllardır konuşmayan sadece belirli hareketleri tekrarlayan, senelerce kapalı odadan çıkamamış Kızılderili karakter deki değişim çok çarpıcıdır. Kurulan arkadaşlık ve sağlanan iletişim ile Kızılderili karakter hastanenin camlarını sandalye ile kırarak, yıllar sonra özgürlüğe ve güneşe kavuşmuştur. Alzheimer hastaları da erken tanı konulduğunda, sosyal hayatta yalnız bırakılmadıklarında, dış dünya ile iletişim kurduklarında hastalık daha yavaş ilerleyebilmektedir. İçine kapalı, depresif hastalarda ise tam tersi gözlemlenmektedir. Şu sıralarda yeni ilaç araştırmaları da ABD’de çok hızlanmış durumdadır. Amaç, kitaptaki karakterde olduğu gibi, neredeyse bitkisel hayatta olan bir hastada, geri dönüşümü sağlamak, bilinci ve yaşam sevincini geri getirebilmektir. Her ne kadar kitap karakteri demansla değil, ağır psikolojik hastalıkla başa çıkmayı başarmışsa da, önümüzdeki yıllarda demansa giden bir kişi de bu amansız hastalıkla belki de baş edebilecektir. Ama bizim şu anki amacımız, retina incelemesiyle erken tanı koyup, hastalığın ilerlemesini önlemeye çalışmak olmalıdır.”

Ophthalmology Life 2015 22. Sayı